Aytürk

Aytürk

Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz. Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...

Gerçekte Kıbrıs sorununun kökeninde yatan, çözülmesi gereken sorun “güven” sorunu.

Kıbrıs Türkleri içinde içten gelerek Kıbrıs Rumlarına ve Yunanlara güven duyanların sayısı yok denecek kadar az.

Bu güvensizliğin kökleri de 20’nci yüzyılın başlarına kadar gidiyor ancak geçmişi geçmişte bırakır günümüze dönersek, o günden bugüne değişen hiçbir şey olmadığını görüyoruz.

Biliyorsunuz, Rumlar KKTC’nin adının geçeceği, KKTC’yi üste taşıyacak, Kıbrıs Türküne nefes aldıracak her türlü girişimi engellerler. Buna turistik ziyaretler, ekonomik ve bilimsel faaliyetler de dahil.

 

Kıbrıs Rumları, 1955-1974’e kadar, aynen günümüzde Gazze’de yaşanan soykırımın benzeri bir soykırıma tabi tuttukları Kıbrıs Türklerinin, -anavatan Türkiye’nin yardım ve desteği ile 1974’te özgürlüklerine kavuşmaları sonucunda- kurmayı başardıkları devletlerini dünyadan izole etmek için elden geleni yapmaktalar.

 

 

Biz, Kıbrıs Türkleri ile sözde ortak devlet kurmak için 1968 yılından beri sürmekte olan müzakereleri her seferinde megalomanik bir tavır ve sudan bahaneler ile sonlandıran, masayı devirip çıkan Rumlar, günümüzde, sanki de müzakere masasını terk eden kendileri değilmiş gibi Kıbrıs Türklerini masaya oturtmak için yırtınıyorlar, kapı kapı dolaşıp Türkiye ve Kıbrıs Türklerine baskı yapılması için her yolu deniyorlar.

 

 

Geçenlerde de Cumhurbaşkanımız Ersin Tatar’ın Avustralya’ya gitmesini ve Avustralyalı yerel yöneticilerle, hükümet mensupları ile görüşmesini önlemek için elden gelen her şeyi yaptılar.

Yapmaya yaptılar da bu kez başarılı olamadılar ve ilk kez bir KKTC Cumhurbaşkanı Avustralya’da resmi olmasa da “Cumhurbaşkanı” olarak karşılandı, ağırlandı, ziyaretlerde bulundu.

 

Kıbrıs Türklerinin uluslararası spor müsabakalarına katılmasını önleyen, dünyaya direkt uçuşlar ile bağlanmasına mani olan, Türk soylu devletlerin kurdukları Türk Devletleri Teşkilatına “gözlemci” olarak üye olmasının, Kıbrıs Türklerinin dünya devletleri ile akademik, ticari, endüstriyel, sosyal ve kültürel bağ kurmasının önünü kesmek için her tür entrikayı çeviren Kıbrıs Rumlarının kredisi tükenmiş, Kıbrıs Türklerinden sevgi ve saygı beklemeleri artık hayalden de öte imkansız hale gelmiştir.

 

Her ne kadar BM temsilcileri KKTC’deki KKTC karşıtlarıyla görüşüp, bunları Kıbrıs Türkünün genel görüşü olarak lanse etse de Kıbrıs Türklerinin büyük çoğunluğu, son bir asırdır kendilerini yok etmek için yıllarca silahlı, ekonomik ve siyasi saldırılarda bulunan Kıbrıs Rumları ile, bir süre sonra Maronitler, Ermeniler ve Latinler gibi azınlık statüsüne düşecekleri ortak bir devlet kurmayı istememektedir.

 

Atlantik İttifakının, kendilerini dünyadan izole eden yasa ve kural tanımaz insanlık dışı uygulamaları, Kıbrıs Türklerine kimlere güvenebileceği konusunda büyük bir ders olmuştur. 

 

Kuzey Doğu Suriye toprakları içinde PKK, YPG ve benzeri isim altında faaliyet gösteren terör oluşumuna yıllardır mali ve silah desteği veren Atlantik İttifakı,  şimdi de yasa dışı bir şekilde yerel seçimler yapmalarına destek vererek varlıklarını yasal statüye oturtmaya çalışıyor ama 15 Temmuz 1974 yılında Kıbrıs’ta darbe yaparak uluslararası tanınmışlığı olan “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni yıkarak “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti”ni ilan eden ve ertesi gün de Kıbrıs adasını Yunanistan’a ilhak ettiğini açıklayan “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti”nin yöneticilerine, Kıbrıs Rumlarına ve Yunanistan’a, maalesef ciddiye alınacak hiçbir yaptırım uygulamamıştır. (Kıbrıs Türklerini soykırımdan ve yok olmaktan kurtaran Türkiye’ye ise 1974 Barış Harekatından hemen sonra “silah ve finans ambargosu” uygulamıştır.) Hamisi ve kurucusu oldukları Birlemiş Milletler Teşkilatında da insanlığın yüz karası olan 18 Kasım 1983 tarih ve 541 sayılı, Kıbrıs Türklerini dünyadan izole eden kararı almışlardır.

 

Şimdi, Kuzey Doğu Suriye’de tamamen kendi kontrollerinde olacak bir terör devletini yasa dışı yollarla oluşturmaya çalışırken, dünyanın en uzun süreli sorununun yaşandığı adada birbiriyle savaşmış ve öfkeleri dinmeyen iki toplumu bir araya getirip yönetimi Rumlara vermeyi hedeflemenin yorumunu size bırakıyorum. Burada her kurumuyla -Federe Devleti saymazsak- 41 yıllık bir  devlet var, orada teröristlere devlet kurdurulmaya çalışılıyor!

Bu nasıl bir küresel adalet? Biz kime, niye, nasıl güvenelim?

 

Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN

KKTC Cumhurbaşkanı Danışma Kurulu Üyesi

KKTC Cumhuriyet Meclisi 1. Dönem Milletvekili

 

 

 

Gerçekte Kıbrıs sorununun kökeninde yatan, çözülmesi gereken sorun “güven” sorunu.

Kıbrıs Türkleri içinde içten gelerek Kıbrıs Rumlarına ve Yunanlara güven duyanların sayısı yok denecek kadar az.

Bu güvensizliğin kökleri de 20’nci yüzyılın başlarına kadar gidiyor ancak geçmişi geçmişte bırakır günümüze dönersek, o günden bugüne değişen hiçbir şey olmadığını görüyoruz.

Biliyorsunuz, Rumlar KKTC’nin adının geçeceği, KKTC’yi üste taşıyacak, Kıbrıs Türküne nefes aldıracak her türlü girişimi engellerler. Buna turistik ziyaretler, ekonomik ve bilimsel faaliyetler de dahil.

 

Kıbrıs Rumları, 1955-1974’e kadar, aynen günümüzde Gazze’de yaşanan soykırımın benzeri bir soykırıma tabi tuttukları Kıbrıs Türklerinin, -anavatan Türkiye’nin yardım ve desteği ile 1974’te özgürlüklerine kavuşmaları sonucunda- kurmayı başardıkları devletlerini dünyadan izole etmek için elden geleni yapmaktalar.

 

 

Biz, Kıbrıs Türkleri ile sözde ortak devlet kurmak için 1968 yılından beri sürmekte olan müzakereleri her seferinde megalomanik bir tavır ve sudan bahaneler ile sonlandıran, masayı devirip çıkan Rumlar, günümüzde, sanki de müzakere masasını terk eden kendileri değilmiş gibi Kıbrıs Türklerini masaya oturtmak için yırtınıyorlar, kapı kapı dolaşıp Türkiye ve Kıbrıs Türklerine baskı yapılması için her yolu deniyorlar.

 

 

Geçenlerde de Cumhurbaşkanımız Ersin Tatar’ın Avustralya’ya gitmesini ve Avustralyalı yerel yöneticilerle, hükümet mensupları ile görüşmesini önlemek için elden gelen her şeyi yaptılar.

Yapmaya yaptılar da bu kez başarılı olamadılar ve ilk kez bir KKTC Cumhurbaşkanı Avustralya’da resmi olmasa da “Cumhurbaşkanı” olarak karşılandı, ağırlandı, ziyaretlerde bulundu.

 

Kıbrıs Türklerinin uluslararası spor müsabakalarına katılmasını önleyen, dünyaya direkt uçuşlar ile bağlanmasına mani olan, Türk soylu devletlerin kurdukları Türk Devletleri Teşkilatına “gözlemci” olarak üye olmasının, Kıbrıs Türklerinin dünya devletleri ile akademik, ticari, endüstriyel, sosyal ve kültürel bağ kurmasının önünü kesmek için her tür entrikayı çeviren Kıbrıs Rumlarının kredisi tükenmiş, Kıbrıs Türklerinden sevgi ve saygı beklemeleri artık hayalden de öte imkansız hale gelmiştir.

 

Her ne kadar BM temsilcileri KKTC’deki KKTC karşıtlarıyla görüşüp, bunları Kıbrıs Türkünün genel görüşü olarak lanse etse de Kıbrıs Türklerinin büyük çoğunluğu, son bir asırdır kendilerini yok etmek için yıllarca silahlı, ekonomik ve siyasi saldırılarda bulunan Kıbrıs Rumları ile, bir süre sonra Maronitler, Ermeniler ve Latinler gibi azınlık statüsüne düşecekleri ortak bir devlet kurmayı istememektedir.

 

Atlantik İttifakının, kendilerini dünyadan izole eden yasa ve kural tanımaz insanlık dışı uygulamaları, Kıbrıs Türklerine kimlere güvenebileceği konusunda büyük bir ders olmuştur. 

 

Kuzey Doğu Suriye toprakları içinde PKK, YPG ve benzeri isim altında faaliyet gösteren terör oluşumuna yıllardır mali ve silah desteği veren Atlantik İttifakı,  şimdi de yasa dışı bir şekilde yerel seçimler yapmalarına destek vererek varlıklarını yasal statüye oturtmaya çalışıyor ama 15 Temmuz 1974 yılında Kıbrıs’ta darbe yaparak uluslararası tanınmışlığı olan “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni yıkarak “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti”ni ilan eden ve ertesi gün de Kıbrıs adasını Yunanistan’a ilhak ettiğini açıklayan “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti”nin yöneticilerine, Kıbrıs Rumlarına ve Yunanistan’a, maalesef ciddiye alınacak hiçbir yaptırım uygulamamıştır. (Kıbrıs Türklerini soykırımdan ve yok olmaktan kurtaran Türkiye’ye ise 1974 Barış Harekatından hemen sonra “silah ve finans ambargosu” uygulamıştır.) Hamisi ve kurucusu oldukları Birlemiş Milletler Teşkilatında da insanlığın yüz karası olan 18 Kasım 1983 tarih ve 541 sayılı, Kıbrıs Türklerini dünyadan izole eden kararı almışlardır.

 

Şimdi, Kuzey Doğu Suriye’de tamamen kendi kontrollerinde olacak bir terör devletini yasa dışı yollarla oluşturmaya çalışırken, dünyanın en uzun süreli sorununun yaşandığı adada birbiriyle savaşmış ve öfkeleri dinmeyen iki toplumu bir araya getirip yönetimi Rumlara vermeyi hedeflemenin yorumunu size bırakıyorum. Burada her kurumuyla -Federe Devleti saymazsak- 41 yıllık bir  devlet var, orada teröristlere devlet kurdurulmaya çalışılıyor!

Bu nasıl bir küresel adalet? Biz kime, niye, nasıl güvenelim?

 

Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN

KKTC Cumhurbaşkanı Danışma Kurulu Üyesi

KKTC Cumhuriyet Meclisi 1. Dönem Milletvekili

 

 

 

 

Gerçekte Kıbrıs sorununun kökeninde yatan, çözülmesi gereken sorun “güven” sorunu.

Kıbrıs Türkleri içinde içten gelerek Kıbrıs Rumlarına ve Yunanlara güven duyanların sayısı yok denecek kadar az.

Bu güvensizliğin kökleri de 20’nci yüzyılın başlarına kadar gidiyor ancak geçmişi geçmişte bırakır günümüze dönersek, o günden bugüne değişen hiçbir şey olmadığını görüyoruz.

Biliyorsunuz, Rumlar KKTC’nin adının geçeceği, KKTC’yi üste taşıyacak, Kıbrıs Türküne nefes aldıracak her türlü girişimi engellerler. Buna turistik ziyaretler, ekonomik ve bilimsel faaliyetler de dahil.

 

Kıbrıs Rumları, 1955-1974’e kadar, aynen günümüzde Gazze’de yaşanan soykırımın benzeri bir soykırıma tabi tuttukları Kıbrıs Türklerinin, -anavatan Türkiye’nin yardım ve desteği ile 1974’te özgürlüklerine kavuşmaları sonucunda- kurmayı başardıkları devletlerini dünyadan izole etmek için elden geleni yapmaktalar.

 

 

Biz, Kıbrıs Türkleri ile sözde ortak devlet kurmak için 1968 yılından beri sürmekte olan müzakereleri her seferinde megalomanik bir tavır ve sudan bahaneler ile sonlandıran, masayı devirip çıkan Rumlar, günümüzde, sanki de müzakere masasını terk eden kendileri değilmiş gibi Kıbrıs Türklerini masaya oturtmak için yırtınıyorlar, kapı kapı dolaşıp Türkiye ve Kıbrıs Türklerine baskı yapılması için her yolu deniyorlar.

 

 

Geçenlerde de Cumhurbaşkanımız Ersin Tatar’ın Avustralya’ya gitmesini ve Avustralyalı yerel yöneticilerle, hükümet mensupları ile görüşmesini önlemek için elden gelen her şeyi yaptılar.

Yapmaya yaptılar da bu kez başarılı olamadılar ve ilk kez bir KKTC Cumhurbaşkanı Avustralya’da resmi olmasa da “Cumhurbaşkanı” olarak karşılandı, ağırlandı, ziyaretlerde bulundu.

 

Kıbrıs Türklerinin uluslararası spor müsabakalarına katılmasını önleyen, dünyaya direkt uçuşlar ile bağlanmasına mani olan, Türk soylu devletlerin kurdukları Türk Devletleri Teşkilatına “gözlemci” olarak üye olmasının, Kıbrıs Türklerinin dünya devletleri ile akademik, ticari, endüstriyel, sosyal ve kültürel bağ kurmasının önünü kesmek için her tür entrikayı çeviren Kıbrıs Rumlarının kredisi tükenmiş, Kıbrıs Türklerinden sevgi ve saygı beklemeleri artık hayalden de öte imkansız hale gelmiştir.

 

Her ne kadar BM temsilcileri KKTC’deki KKTC karşıtlarıyla görüşüp, bunları Kıbrıs Türkünün genel görüşü olarak lanse etse de Kıbrıs Türklerinin büyük çoğunluğu, son bir asırdır kendilerini yok etmek için yıllarca silahlı, ekonomik ve siyasi saldırılarda bulunan Kıbrıs Rumları ile, bir süre sonra Maronitler, Ermeniler ve Latinler gibi azınlık statüsüne düşecekleri ortak bir devlet kurmayı istememektedir.

 

Atlantik İttifakının, kendilerini dünyadan izole eden yasa ve kural tanımaz insanlık dışı uygulamaları, Kıbrıs Türklerine kimlere güvenebileceği konusunda büyük bir ders olmuştur. 

 

Kuzey Doğu Suriye toprakları içinde PKK, YPG ve benzeri isim altında faaliyet gösteren terör oluşumuna yıllardır mali ve silah desteği veren Atlantik İttifakı,  şimdi de yasa dışı bir şekilde yerel seçimler yapmalarına destek vererek varlıklarını yasal statüye oturtmaya çalışıyor ama 15 Temmuz 1974 yılında Kıbrıs’ta darbe yaparak uluslararası tanınmışlığı olan “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni yıkarak “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti”ni ilan eden ve ertesi gün de Kıbrıs adasını Yunanistan’a ilhak ettiğini açıklayan “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti”nin yöneticilerine, Kıbrıs Rumlarına ve Yunanistan’a, maalesef ciddiye alınacak hiçbir yaptırım uygulamamıştır. (Kıbrıs Türklerini soykırımdan ve yok olmaktan kurtaran Türkiye’ye ise 1974 Barış Harekatından hemen sonra “silah ve finans ambargosu” uygulamıştır.) Hamisi ve kurucusu oldukları Birlemiş Milletler Teşkilatında da insanlığın yüz karası olan 18 Kasım 1983 tarih ve 541 sayılı, Kıbrıs Türklerini dünyadan izole eden kararı almışlardır.

 

Şimdi, Kuzey Doğu Suriye’de tamamen kendi kontrollerinde olacak bir terör devletini yasa dışı yollarla oluşturmaya çalışırken, dünyanın en uzun süreli sorununun yaşandığı adada birbiriyle savaşmış ve öfkeleri dinmeyen iki toplumu bir araya getirip yönetimi Rumlara vermeyi hedeflemenin yorumunu size bırakıyorum. Burada her kurumuyla -Federe Devleti saymazsak- 41 yıllık bir  devlet var, orada teröristlere devlet kurdurulmaya çalışılıyor!

Bu nasıl bir küresel adalet? Biz kime, niye, nasıl güvenelim?

 

Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN

KKTC Cumhurbaşkanı Danışma Kurulu Üyesi

KKTC Cumhuriyet Meclisi 1. Dönem Milletvekili

 

 

Kuzey Ren Vestfalya eyaleti Aachen şehrinde Diyanet İşleri Türk İslam Birliği’ne (DİTİB) bağlı Yunus Emre Camii ve Kültür Merkezi’nde “Almanya’da Çocuk Koruma ve Koruyucu Aile Sistemi” konulu panel düzenlendi.

Köln Başkonsolosluğu Aile ve Sosyal Hizmetler Ataşeliği tarafından gerçekleştirilen panelin açılış konuşmasını Aachen DİTİB Yunus Emre Camii dernek başkan vekili Osman Karaduman yaptı. Karaduman, koruma altına alınan çocuklara koruyucu aile olarak sahip çıkılmasının gereksinimini ve hassasiyetini vurguladı.

 

Panelin moderatörlüğünü yapan Aachen DİTİB Yunus Emre Camii dernek başkan vekili Dr. Sema Akın ise, Aralık 2023'te paylaşılan istatistiklerle çocukların aile ortamında yetişmesinin önemini vurguladı. Almanya'da 121 bin çocuğun yurtlarda, 86 bininin koruyucu ailelerin himayesinde olduğunu belirten Akın, Avrupa'da birçok Müslüman çocuğun kendi dini ve kültürel değerlerine uygun olmayan ailelerde büyümek zorunda kaldığını, bunun sebebinin koruyucu aile sayısının yetersizliği ve Müslüman koruyucu aile oranının düşük olması olduğunu söyledi. Müslüman toplumu koruyucu aile olmaya teşvik eden Akın, çocukların dini ve kültürel değerlerine uygun ortamlarda büyümelerinin önemine dikkat çekti.

 

Aachen DİTİB Yunus Emre Camii din görevlisi Hasan Hüseyin Kul, İslam dininin ve Peygamber Efendimizin yetimlere ve korunmaya muhtaç çocuklara verdiği önemi vurguladı. Katılımcılara, Müslüman bireylerin bu çocuklara karşı sorumluluklarını misaller vererek aktaran Kul, İslam'ın yetimlerin korunmasına büyük değer verdiğini ve Müslümanların bu sorumluluğu yerine getirmesi gerektiğini belirtti.

Aile ve Sosyal Hizmetler Ataşesi Rukiye Sancar da, koruma altındaki çocuklar hakkında temel ve güncel bilgileri sundu. Koruma altındaki çocuklar arasında yabancı ve Müslüman kökenli çocukların yüksek oranda olduğunu belirten Sancar, Aile ve Sosyal Hizmetler Ataşeliği olarak, koruma altına alınan çocuklara, ailelerine ve koruyucu ailelere danışmanlık ve destek hizmetleri sunduklarını açıkladı.

 

Koruyucu Batmaz, Sarıkaya, Bayram ve Göze aileleri, kendilerini tanıtarak nasıl ve neden koruyucu aile olduklarını, motivasyonlarını katılımcılarla paylaştı. Ayrıca katılımcıların birçok sorusunu yanıtlayarak yüreklere dokundular. Panelde, koruyucu ailelerin deneyimleri ve karşılaştıkları zorluklar ele alındı. Ayrıca, Almanya'daki Türk toplumunun Gençlik Dairesi'ne yönelik endişeleri ve bu endişelerle birlikte oluşan önyargıların günlük yaşamlarında Gençlik Dairesi'nden aldıkları destek ve hizmetler sayesinde giderildiğini belirttiler.

Aachen Gençlik Dairesi Çocuk ve Gençlik Korunması biriminde ekip yöneticisi olarak görev yapan Özlem Vuran, 20 yılı aşkın mesleki tecrübesi sayesinde söyleşi sırasında katılımcıların sorularını cevaplayarak özellikle endişelerin ve önyargıların azalmasına destek oldu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Aktionswochen und Tag des offenen Wertstoffzentrums sollen über richtige Mülltrennung informieren

Ein riesiger Joghurtbecher am Wertstoffzentrum? Was soll das denn? Vom 3. bis 16. Juni 2024 machen die auffälligen XXL-Verpackungen auf ein wichtiges Thema des Landkreises Kelheim aufmerksam: richtige Mülltrennung. Rund um die riesigen Verpackungen an den sieben Wertstoffzentren informiert die Kommunale Abfallwirtschaft als Partnerin der Aktion „Deutschland trennt. Du auch?“ über das richtige Trennen von Verpackungsabfällen. Ziel der bundesweiten Aktion ist es, so viele Menschen wie möglich zu mehr und besserer Mülltrennung zu motivieren – für mehr Recycling. Schirmherrin der bisher größten Partneraktion für richtige Mülltrennung ist Bundesumweltministerin Steffi Lemke.

 

„Wenn unsere Bürgerinnen und Bürger gebrauchte Verpackungen richtig trennen und entsorgen, können wir als Landkreis einen wichtigen Beitrag zum Klima- und Umweltschutz leisten. Dazu wollen wir als Partner der Aktion ‚Deutschland trennt. Du auch?‘ beitragen.“

 

Katharina Spreider, Abfallberaterin des Landkreises Kelheim

 

Erstmals engagieren sich mit den bundesweiten Aktionswochen zu „Deutschland trennt. Du auch?“ Kommunen in ganz Deutschland gemeinsam mit den dualen Systemen und ihrer Initiative „Mülltrennung wirkt“, dem Handel sowie der Abfall- und Entsorgungswirtschaft dafür, so viele Menschen wie möglich über richtige Mülltrennung zu informieren. Auch im Landkreis Kelheim sind beispielsweise gebrauchte Windeln, Lebensmittelreste oder Batterien noch immer beliebte „Fehlwürfe“ im Gelben Sack. Sie gehören dort nicht hinein und können das Recycling gebrauchter Verpackungen verhindern.

 

Beim Tag des offenen Wertstoffzentrums Arnhofen verbunden mit einem Wertstoffhofkonzert am 08.06.2024 von 13 bis 16 Uhr beantwortet das Team der Kommunalen Abfallwirtschaft daher persönlich alle Fragen der Bürgerinnen und Bürger rund um richtige Mülltrennung. Mit dabei sein werden auch die Band „Acoustic Company“, die Gruppe Cleanup Langquaid mit einem Infostand und einem Getränkeverkauf sowie der sogenannte „Trenn-Bär“ mit einem Glücksrad und weiteren tollen Attraktionen. An diesem Tag wird das Wertstoffzentrum Arnhofen auch nur von 8 bis 12 Uhr geöffnet sein, danach sind keine Anlieferungen mehr möglich. Der Eintritt zum Konzert ist frei.

 

„Das Wertstoffhofkonzert Arnhofen war bereits im vergangenen Jahr ein voller Erfolg. Die Aktion ‚Landkreis Kelheim trennt. Du auch?‘ ist der ideale Rahmen, um das Konzert noch größer aufzuziehen und dabei über richtige Mülltrennung zu informieren. So kann der Landkreis mit hoffentlich weniger Fehlwürfen aktiv zum Klimaschutz beitragen.“

Landrat Martin Neumeyer

 

Als Trennbotschafterin gibt die Kommunale Abfallwirtschaft der Aktion „Deutschland trennt. Du auch?“ im Landkreis persönlich ein Gesicht – auf Plakaten, mit Radio-Spots oder Interviews. Die Initiative „Mülltrennung wirkt“ begleitet die Aktionswochen mit einer bundesweiten Werbe- und Social-Media-Kampagne. Gesicht zeigen können auch die Bürgerinnen und Bürger selbst: Mit einem Selfie vor der XXL-Verpackung und dem Hashtag #wertrenntgewinnt können sie am bundesweiten Social-Media-Gewinnspiel von „Deutschland trennt. Du auch?“ teilnehmen und mit etwas Glück einen von vielen Preisen gewinnen.

 

Die drei Meter hohen XXL-Verpackungen zeigen Eigenmarkenprodukte der an „Deutschland trennt. Du auch?“ beteiligten Partner aus dem Lebensmitteleinzelhandel (LEH). Verpackungsrecycling ist ein bedeutender Aspekt der Nachhaltigkeit im Handel. Partner der Aktion sind Netto Marken-Discount, EDEKA und Netto Deutschland. Die Idee zur bisher größten Partneraktion für richtige Mülltrennung kommt von „Mülltrennung wirkt“, einer Initiative der dualen Systeme:

 

„Zusammen können wir viel erreichen. Bisher informieren die an der Wertschöpfungskette für Verpackungsrecycling beteiligten Unternehmen und Institutionen überwiegend jeder für sich. Dabei haben wir ein gemeinsames Ziel: Mehr gesammelte Verpackungen, effizientes Recycling und damit eine noch nachhaltigere Kreislaufwirtschaft für Verpackungen in Deutschland.“

 

  

Über die Aktion „Deutschland trennt. Du auch?“

„Deutschland trennt. Du auch?“ ist die bisher größte Partneraktion zur Aufklärung über richtige Mülltrennung in Deutschland. Initiiert und organisiert wird die Aktion von „Mülltrennung wirkt“, einer Initiative der dualen Systeme. Mit „Deutschland trennt. Du auch?“ engagieren sich die dualen Systeme, kommunale Abfallberatungen, Unternehmen der Abfall- und Entsorgungswirtschaft und des Lebensmitteleinzelhandels erstmals gemeinsam, um die Menschen in ganz Deutschland über richtige Mülltrennung zu informieren. Ihr Ziel: Höhere Sammelmengen und -qualitäten für mehr Verpackungsrecycling – zum Schutz von Klima und Ressourcen. Während der bundesweiten Aktionswochen vom 3. bis 16. Juni klären die Partner mit intensiver lokaler Informationsarbeit, Live-Events sowie mit begleitenden Werbe- und Social-Mediakampagnen über die richtige Trennung von Abfällen auf. Schirmherrin der bundesweiten Aktion für richtige Mülltrennung ist Bundesumweltministerin Steffi Lemke. Weitere Informationen über die Aktion „Deutschland trennt. Du auch?“ finden Sie unter www.deutschland-trennt.de.

 

Über „Mülltrennung wirkt“

„Mülltrennung wirkt“ ist eine Initiative der dualen Systeme in Deutschland. Die dualen Systeme organisieren mit ihren Dienstleistern aus der Entsorgungs- und Recyclingbranche die Sammlung, Sortierung und Verwertung gebrauchter Verkaufsverpackungen. An der bundesweiten Initiative „Mülltrennung wirkt“ sind aktuell zehn duale Systeme beteiligt. Gemeinsam klären sie über richtige Abfalltrennung und Recycling von Verpackungen auf. Weitere Informationen finden Sie unter www.mülltrennung-wirkt.de.

 

Kontakt Kommunale Abfallwirtschaft Landkreis Kelheim

Katharina Spreider, 09441 207-1517, Diese E-Mail-Adresse ist vor Spambots geschützt! Zur Anzeige muss JavaScript eingeschaltet sein!

Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) Genel Başkanı Dr. Muharrem Kuzey, çevrim içi gerçekleşen “DİTİB İmam Eğitimi Programı”nı tanıttı.

300’e yakın ilahiyat ve islami ilimler fakültesi mezununun katıldığı çevrimiçi tanıtım toplantısında, Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) Genel Başkanı Kuzey, teşkilatın misyon ve vizyonunu içeren bir sunum gerçekleştirdi.

Kuzey, DİTİB’in 5 Temmuz 1984 tarihinde kurulduğunu, ancak Almanya’daki Türk ve Müslüman varlığının 1961 yılındayapılan işçi göçü anlaşmasına kadar uzandığını vurguladı. İşçi göçüyle Almanya'ya gelen Türklerin, dini ihtiyaçlarını karşılamak için uzun yıllar bireysel çabalar gösterdiğini belirten Kuzey, 1970'li yıllardan itibaren Diyanet İşleri Başkanlığı'nın din görevlileri göndererek bu sürece destek verdiğini ifade etti.

1984 yılında DİTİB’in kurulmasıyla 135 dernekle yola çıktıklarını hatırlatan Kuzey, bugün 858 dernek ve bine yakın din görevlisiyle hizmet verdiklerini belirtti. Almanya'nın, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın en çok din görevlisi gönderdiği ülke olduğunu söyledi.

 

DİTİB’in, 40’ıncı yılında yeni bir dönem başlıyor

40’ıncı yılını kutlayan DİTİB’in yeni bir dönem için din görevlisi yetiştirme konusunda hamleler yapmak istediğini dile getiren Kuzey, bu alanda yeni kapılar aralayacaklarını sözlerine ekledi.

Kuzey, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 70'li yıllardan bu yana Almanya'ya düzenli olarak din görevlisi gönderdiğini, halen Türkiye'den gelen yaklaşık bin din görevlisinin 5 yıllık sürelerle görev yaptığını belirtti. Ayrıca, Almanya'da doğup büyüyen ve Türkiye'de ilahiyat eğitimi alan yaklaşık 200-250 kişinin de DİTİB bünyesinde hizmet verdiğini sözlerine ekledi.

 

Almanya'yı tanıyan ve Almanca bilen din görevlileri yetişecek

2002 yılında Frankfurt Goethe Üniversitesi'nde İslam araştırmaları kürsüsünün kurulduğunu ve 2006 yılında Uluslararası İlahiyat Programı'nın başlatıldığını ifade eden Kuzey, bu programın Almanya'daki İslam algısına önemli katkılar sunduğunu vurguladı. 2020 yılında DİTİB tarafından başlatılan İmam Eğitimi programıyla, Almanya'da kalıcı olarak görev yapacak, Almanca bilen ve Almanya'yı tanıyan din görevlileri yetiştirilmesinin amaçlandığını belirtti.

 

Seçilecek 75 kişiye burs ve barınma imkânı sunulacak

Kuzey, „İmam Eğitimi programı kapsamında Türkiye'den seçilecek ilahiyat veya İslami ilimler fakültesi mezunu 75 kişi, Almanya'da iki yıl sürecek yoğunlaştırılmış bir eğitim alacak. Bu eğitimin ilk yılında Almanca dil eğitimi, ikinci yılında ise imamlık ve cami hizmetleri eğitimleri verilecek. Katılımcılara barınma ve burs imkânları sağlanacak, eğitim sonunda başarılı olanlar Almanya'da din görevlisi olarak istihdam edilecek“ dedi.

Müracaatlar Ağustos-Eylül aylarında başlayacak

Programa başvuruların Ağustos-Eylül aylarında online olarak alınacağını, mülakatların ise Ekim ayında Ankara ve İstanbul'da gerçekleştirileceğini bildiren Kuzey, başvuru şartları arasında ilahiyat veya İslami ilimler fakültesi mezunu olma, 30 yaşından gün almamış olma ve sağlık açısından imamlığa engel bir durumun bulunmaması gibi kriterlerin yer aldığını ifade etti. Kuzey, müracaat edecek mezunların ayrıntılı bilgi için https://www.ditib-akademie.de/imamegitimi/ ve DİTİB sosyal medya hesaplarını takip edebileceklerini söyledi.

 

İnsana dokunmak isteyen adaylara davet

Kuzey, Almanya'daki din hizmetlerinin geniş bir alana yayıldığını ve din görevlilerinin gençlik sohbetleri, cami eğitimi, toplum ve medya ilişkileri gibi birçok farklı alanda hizmet verdiğini belirterek, hizmet etmeyi arzulayan ve insana dokunmak isteyen adayları programa başvurmaya davet etti.

 

DİTİB İmam Eğitim Programı tanıtıldı

DİTİB Genel Başkanı Dr. Muharrem Kuzey, geçen hafta yönetim kurulu üyesi Muhammed Şahin ve imam eğitimi koordinatörü Mustafa Kader ile birlikte ‘İmam Eğitim Programı’ kapsamında İstanbul, Çanakkale, Ankara, Bursa, Konya ve Kayseri’deki ilahiyat fakültelerinde tanıtım amaçlı sunumlar yaptıklarını sözlerine ekledi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Der Tag der Organspende – in diesem Jahr der 1. Juni – soll dazu beitragen, Ängste und Vorurteile zu diesem Thema abzubauen und sich bewusst noch zu Lebzeiten für oder gegen eine Organspende zu entscheiden. „Seit März dieses Jahres kann man seine persönliche Entscheidung zur Organspende nicht nur mithilfe eines Organspendeausweises oder einer Patientenverfügung, sondern auch digital im neuen Organspende-Register dokumentieren“, so Alexander Pröbstle, Direktor von der AOK in Würzburg. Alle Bürgerinnen und Bürger ab 16 Jahren können sich kostenfrei eintragen. Bis Mitte Mai nahmen bereits rund 116.000 Menschen die Möglichkeit wahr, ihren Willen digital zu hinterlegen.

 

Dokumentierter Wille entlastet Angehörige

Der unerwartete Tod eines geliebten Menschen ist für Hinterbliebene ein schmerzhaftes Ereignis. In dieser Situation mit der Frage nach einer Organspende konfrontiert zu werden, bringt für sie eine große zusätzliche Belastung – vor allem dann, wenn der Wille der Verstorbenen nicht bekannt ist. „Deshalb ist es so wichtig, sich mit dem Thema Organspende zu befassen, eine individuelle Entscheidung zu treffen und die Angehörigen davon in Kenntnis zu setzen“, so Alexander Pröbstle. Mit einem Organspendeausweis oder dem Eintrag im Organspende-Register schafft man Klarheit und nimmt den Druck von den Angehörigen. Was hingegen den Organspendeausweis nicht ersetzen kann, ist ein Organspende-Tattoo. „Das wird lediglich als Willensbekundung angesehen und hat nur symbolischen Charakter“, erläutert Alexander Pröbstle. In ihrem aktuellen Bericht weist die Deutsche Stiftung Organtransplantation (DSO) darauf hin, dass die Angehörigen in fast drei Viertel (74,2 Prozent) der Fälle einer Organspende nicht zustimmen. Auch wenn es in Bayern im Jahr 2023 mit 126 Organspendern etwa so viele Spendende wie im Jahr 2022 (128) gab: Die Zahl der Menschen, die im Freistaat auf ein Spenderorgan warten, liegt laut Bayerischem Gesundheitsministerium bei rund 1.200.

 

Entscheidungshilfen nutzen

Die AOK hilft mit dem Online-Angebot „Entscheidungshilfe Organspende“ dabei, Argumente für oder gegen eine Organspende zu finden. Dazu gehören rechtliche Fragestellungen genauso wie Fragen zu den medizinischen Voraussetzungen oder den Erfolgsaussichten für eine Transplantation. Auch der Ablauf einer Organspende wird beschrieben. „Für Menschen, die ihre Fragen lieber im persönlichen Kontakt klären wollen, gibt es ebenfalls ein Angebot“, so Alexander Pröbstle. Die AOK unterstützt das „Infotelefon Organspende“ der DSO und der Bundeszentrale für gesundheitliche Aufklärung (BZgA). Expertinnen und Experten beraten montags bis freitags von 9 bis 18 Uhr zu allen Anliegen rund um das Thema Organspende. Das Beratungsteam ist unter der kostenlosen Service-Telefonnummer 0800 90 40 400 erreichbar. 

 

Çorum’lu Adıgüzel Baklan’ın çocukları Almanya’da kurdukları gıda imparatorluğu ile Türkiye ve Almanya’nın gönlüne girdi. Türkiye’de tatil sonrası geri dönüşlerinde “Türk mutfağının lezzetini unutamayan Almanlara Türkiye’nin damak tadları burada” dercesine ilginç bir konsept geliştirdi. 35 yılı aşan ticari tecrübeleri ile Türk gıda ürünlerine Avrupa’dan en önemli ihracat yolunu açan Mustafa Baklan ile Suntat Genel Merkezi’nde görüştük.

 

Birlik:

Mustafa Bey ilk yıllarınızdan ne hatırlıyorsunuz?

Mustafa Baklan:

Babam Adıgüzel Baklan bizi ikinci nesil Türkler olarak Almanya’ya getirdi. 1972 yılında Mannheim’a geldiğimde 16 yaşındaydım. Almanca kursuna başladım. Bunu benden çok babam istiyordu. Belki de babam dil bilmeyenlerin ne kadar ezildiğini arkadaşları arasında en iyi farkeden idi. Üç yıllık kurs sonunda benim girdiğim işte, yaşıtlarımdan çok daha fazla kazanıyordum. Maaşım 900 Alman markı idi ama bu paradan Türkiye’deki aileme bile destek oluyordum.

 

Birlik:

Babanızın ilk yıllarından neler hatırlıyorsunuz?

Mustafa Baklan:

Öncelikle Babam ve arkadaşlarının çok ama çok çalışkan olduğunu iyi hatırlıyorum. Bitmez tükenmez enerjileri ile burada Almanya‘da, yemeyip içmeyip aylıklarının geri kalan kısmını da Türkiye’ye göndererek ülkemiz Türkiye için çalıştılar. Keşke o nesil yaşasaydı ve onların hikayesini onlardan dinleseydik. Şakaları, anlattıkları hikayeler, Türkiye’deki ailelerinin sorunlarını dinlediğim sohbetlerde öğrenirdim. Şimdi düşünüyorum da, Türklerin Almanya’daki varlığı tam olarak tarih  süzgecinden geçerek arşivlere girmiş değil.

 

Birlik:

Tarihe geçecek cümleler kuruyorsunuz. Size göre Türkler Alman tarihinin neresinde olmalı?

Mustafa Baklan:

Bizimkiler davet edildiğinde İtalyanlar ve İstpanyollar 5-6 yıldır Almanya’da. Yanlış anlaşılmasın ama başarısızlar, adeta Almanya sokaklarında dalga geçilerek sürekli kriminal olaylara karışanlar var bu ülkede. Tarihçi dostlarımdan dinlediğimde Almanya’nın savaşta tah rip olan altyapısı tam olarak yeni den hayata geçirilememiş. Bizimkilere ciddi anlamda ihtiyaç var.

 

Birlik:

5 yıl sonra Türkler geldiğinde işlerin farklı olduğunu söylüyorsunuz?

Mustafa Baklan:

Tabi bu bilgileri geçmişi iyi tahlil ve analiz eden Türk ve Alman tarihçisi dostlarımdan öğreniyoruz. Bizimkileri belki de deneme amaçlı davet eden Almanya o kadar mennun kalıyorki, 1980 yılına kadar Alman basınında sürekli bizim çalışkanlığımızdan bahsedilirdi. Ama ilk nesil Türkler ciddi anlamda işine sadık, söyleneni yapan ve hileyi hurdayı bilmeyip hatta günah sayan insan lar idi.

 

Birlik:

Gıda konusuna nasıl girdiniz, nereden aklınıza geldi bu kadar detaylı bir şekilde bir gıda trenini bütün Avrupa ülkelerine doğru harekete geçirmek?

Mustafa Baklan:

Hepimiz biliyoruz ki ilk yıllarda gıda konusu açılınca Almanya’daki şu kadar milyon Türk’ün ihtiyacı olarak ortaya çıktı. Bizim yaptığımız konsept çok değişikti.

 

Birlik:

Merak ettim, Siz bunu nasıl tespit ettiniz?

Mustafa Baklan:

1982 yılında iktidara gelen Turgut Özal’ın liberal ekonomi modeli Türkiye yönüne ciddi bir türizm akışının başlamasına neden oldu. Tatil sonrası geri gelen Alman turistler ile birebir görüşmeler yaptım ve memnuniyet oranı 100% idi. Tabi gururlanıyoruz ve sürekli Türk ve Alman medyası bu konuda yayınlar yapıyor. Ama biz bu memnun turist kitlesini nasıl bir ticari ilişkiye gireriz diye düşündüm hep.

 

Birlik:

Konuştuklarınız tarihe geçiyor Mustafa Bey?

Mustafa Baklan:

O zaman unutmadan devam edeyim. O yıllarda işlerimizi kardeşlerim ile birlikte giderek büyütüyoruz fakat mahalli bazdayiz yinede. Mannheim bölgesi Adigüzel Baklan’ın çocuklarının ticari faliyetini tanıyor ama Hamburg’un bizden haberi yok. Yani zincirleri kırmak adına vites büyütmeye mecbur idik.

 

Birlik:

Riskte alıyorsunuz bu durumda?

Mustafa Baklan:

Zarar ile kâr kardeştir. Ticarette 3 – 5 aranmaz. Büyük Alman gıda zincirleri ile görüştüm, onlara dedim ki, “Bakın şu kadar milyon insan Türkiye’ye gidiyor ve bir tane memnun olmadan geri dönen yok. Bunlar Akdeniz, dolayısı ile Türk mutfağına bayılıyorlar, hatta bura ya gelince bu lezzeti ilk olarak biz Türk marketçilerine soruyor” dedim.

 

Birlik:

Konuştuklarınız kimler?

Mustafa Baklan:

Alman gıda devleri, şu an piyasadaki en büyük zincirler. Devam edeyim, bize 2 metre büyüklüğün de Türk gıda reyonu yeri verin ve müşteriniz çeşitlensin. Bunu zar zor, belki de bize inanmayarak alabildik. Uzatmıyorum, şimdi Alman gıda toptancılarında 40 kilometreye yakın bizim markamız Türkiye’de imal edilen ürünler satılıyor. Türk ürünleri çok satıldığı için reyonlara Türk bayrağı da koyuyorlar. Sessiz çalışarak Almanya’da Türk gıda ürünlerini satabil mek de sanıyorum ülkemiz adına sessiz bir gururdur.

 

Birlik:

Sizin ürünlerinizi Alman gıda devlerinin marketlerinden alanları, hatta bunların da tamamına yakını Türk olmayanları takip ederek bir inceleme notu tuttum sizinle görüşmeden önce.

Mustafa Baklan::

O zaman ben size sorayım, neler gördünüz?

 

Birlik:

Bizzat gözlemledim, bir Alman bayan Suntat bulguru sordu. Satıcı kendisine Türk reyonu burada, bunların hepsi Suntat imalatı ve aradığınız bulgur da burada dedi.

Mustafa Baklan:

Bizim damak tadımız Almanya’da yerleşiyor, bundan 10, 30 ve 50 yıl sonra neler olacağını hesaplayan AR-GE birimimiz var. Buradaki insanların damak tadı hangi yöne evriliyor onu çok iyi takip edebiliyoruz.

 

Birlik:

Buyrun sizi dinliyorum?

Mustafa Baklan:

Yükselen trend etsiz mamüller. Yani vegan dediğimz yükseliş. Kendi kendime yahu bizim çiğ köfteyi Almanya’da proğrama alayım, bakalım müşterinin tepkisi ne olacak dedim. Ne oldu biliyormusu nuz, bütün noktalardan istek yağmuruna tutulduk. Yenilikçiyiz ya, şimdi değişik milletlerden onbinlerce müşteri Suntat çiğ köftesi ile mutlu oluyor. Tüketimi kolay, sindirimi mükemmel ve fiyatı uygun bir yiyecek olarak Alman müşterinin ciddi anlamda tercihi olarak ortaya çıktı.

 

Birlik:

Ticari zeka dedikleri bu olsa gerek. Başka hangi üründe Baklan ailesinin izleri var?

Mustafa Baklan:

Biz herşeye kazanç gözü ile bakmayız. Bereketli Anadolu toprağından aldığımız bir kültürel değerleri miz de bizim için önemlidir. Hatırı 40 yıllık ama  yapması zor olan Türk kahvesi de bizim ile adım attı Al-manya’ya. Tiryakilerimiz bu kadar yıl ve 4 nesil sonra asırlık Türk damak tadı kahveyi Almanya’da bulamazlarsa bu doğru olmaz. Kahveyi bir kaç porsiyonluk ve en kısa zamanda kadınlarımıza zahmet olmayacak şekilde hazirlanabilecek bir konsept haline getirerek piyasaya sunduk. Bir de ne görelim, aman Allahım Almanlardan da bir o kadar olduğu nu gördük.

 

Birlik:

Pekiyi sizde ulaşım ve satış noktalarına yetişmeyi nasıl başarıyorsunuz?

Mustafa Baklan:

Almanya’nın en hızlı lojistik şirketle ri ile çalışıyoruz. Akşam saat 17.00’ye kadar bize ulaşan sipariş ertesi gün o işletmeye ulaşmış olur. Elbette kendi lojistik bölümümüz ile direkt işletmelere ulaştırdığımız ayrı bir bölümümüz de var.

 

Birlik:

Gelenekçi bir ailesiniz, özellikle Türk toplumunda her yörenin her kesiminin Mustafa abisi konumundasınız. Türk gıdalarını getirerek Avrupa lıların yemek kültürünü değiştirdiniz. Öneriniz varmı bizim insanımız için?

Mustafa Baklan:

Okusunlar, okusunlar ve yine okusunlar. Her meslek önemli, ama o alanda hep en iyisi olmaya baksın gençlerimiz. Biz çalışkan bir milletiz. Bakın hiç Almanca bilmeyen ve çoğunun okur yazarlığı bile olmayan çok sayıda insanımız o şartlarda ayakta kalmışlar ve pes etmemişler. Şimdi ki gençlerimiz çok şanslı, annesi yemeği masaya kadar getiriyor. 1965’lerde onların. Heim denen 16 metrekarelik barakalarda sadece makarna yedikleri ni düşünsünler. Hayat böyle bir şey, diren mek gerek.

 

Birlik:

Son sözünüz?

Mustafa Baklan:

Çok çalışalım ve en iyisini biz yapmalıyız diyelim. Saygın insanlar olalım. Başkaları bizi takdir etsin. Çorum‘lu Baklan kardeşlerin getirdiği yeni damak tadlarını Almanlar unutmasınlar ve bizimkiler gurur duysunlar. Türkler ve Türk ürünleri deyince herkes bizden memnun olsun. Sadece ticaret yapmıyor, bir kültürü, bir milleti ve ülkemizin ürünlerini de biz temsil ediyoruz.

 

Birlik:

Çok teşekkür ediyoruz.

Mustafa Baklan:

Duyarlı sorularınız için ben teşekkür ediyorum.

 

 

Mehr als 1.800 Schülerinnen und Schüler der Grund- und Förderschulen besuchten die Kinderbuchwochen in der Stadtbücherei. Die Veranstaltungen für Schulklassen fanden sechs Wochen lang im Falkenhaus und in den fünf Zweigstellen statt. Die Kinder konnten die Abenteuer von Arwid und Holly, Johnny und Teddy erleben oder wurden selbst kreativ mit Tablets und Bleistift und tauchten ein in die Geschichten, auf Deutsch und auf Englisch, digital und analog.

Die Schauspielerinnen Edith Abels und Christina Motsch ließen die Geschichte von „Holly Holunder und der magische Garten“ durchs Vorlesen lebendig werden. Die Kinder der 1. und 2. Klasse fieberten mit Arwid, einem Jungen, der aufs Land zieht und Holly, dem Holundergeist, um die Rettung des magischen Gartens. Ganz nebenbei lösten sie einen Kriminalfall und hatten nicht nur die Notrufnummer der Polizei im Kopf, sondern auch viele tolle Ideen, wie sie den Dieben das Handwerk legen könnten.

Hilda Gardner, Schauspielerin, Clownin und Sonderpädagogin verzauberte in ihrer „Midnight Magic Show“ Lehrkräfte in Tiere und präsentierte die Geschichte von Johnny, der nach Mitternacht wach wird und feststellt, dass alle Gegenstände in seinem Zimmer plötzlich die falsche Farbe haben. Die Kinder der 3. und 4. Klasse durften auch in die Rolle der Farbenfee schlüpfen und Johnny helfen, die richtigen Farben wieder herzuzaubern. All dies natürlich in englischer Sprache und so zeigten die Kinder stolz, welche Wörter sie bereits kennen und erweiterten nebenbei ihren Wortschatz.

Kreativität war gefragt im Trickfilm-Workshop und bei der Schreibwerkstatt. Unter Anleitung von Alexander Jansen tauchten die Kinder in die Welt der Gedichte ein und schrieben und präsentierten eigene Poesie. Beim Trickfilm-Workshop entstanden witzige und einfallsreiche kleine Filme. Gemeinsam mit Lambert Zumbrägel, Medienpädagoge der Stadtbücherei, erlernten die Kinder die Arbeit mit Tablets und erprobten unterschiedliche Filmtechniken, um dann in Kleingruppen ihren ersten eigenen Film zu drehen.

Ramazan Bayramı, İslam dünyasında büyük bir coşku ve birlik ruhuyla karşılanan önemli bir dini bayramdır. Bu mübarek zaman dilimi, oruç ibadetinin sona ermesiyle birlikte Müslümanlar

arasında sevgi, hoşgörü ve daya nışma duygularının doruğa çıktığı bir zaman dilimidir. Toplumsal barış üzerinde de derin etkileri olan Ramazan Bayramı, farklı kültür ve toplumları bir araya getirerek birlik ve beraberlik ruhunu güçlendirir.

 

Ramazan ayı, Müslüman lar için birçok önemli ibadetin yapıldığı bir dönemdir. Oruç tutma, dua etme, sadaka ve zekat verme gibi ibadetlerle geçen bu ay, bireylerin manevi yönden kendilerini geliştirmelerini sağlar. Bu süreçte insanlar, ibadetlerini yerine getirirken aynı zamanda içsel bir dönü şüm yaşarlar ve kendilerini daha hoşgörülü, sabırlı ve yardımsever bir şekilde topluma katkıda bulunmaya teşvik ederler.

 

Ramazan Bayramı, toplumsal barışın güçlenmesine de ciddi anlamda katkılarda bulunur. Bayram, Müslümanlar arasında birlik ve dayanışma duygularını artırır. İftar sofralarında, komşular, akrabalar ve yoldan geçenler ve uzaklardan gelen gariplerin bile bir araya gelerek birlikte yemek yiyerek iftar yaptığı aydır Ramazan. Bu paylaşım ve bir araya gelme duygusu, toplumun farklı kesimlerini bir araya getirir ve insanlar arasındaki ilişkileri güçlendirir.

 

Ramazan Bayramı ayrıca, fakir ve ihtiyaç sahibi insanlara yardım etme geleneğini de canlandırır. Zekat ve fitre gibi yardımların arttığı bu dönemde, toplumun daha zayıf kesimleri ne destek olma ve onların  ihtiyaçlarını karşılama amacı güdülür. Bu da toplumsal adalet ve dayanışmanın güçlenmesine katkı sağlar.

 

Bir başka açıdan baktığımız da, Ramazan Bayramı'nın toplumsal barış üzerindeki etkileri sadece Müslüman toplumlarla sınırlı değildir. Özellikle günümüzde, farklı kültür ve dinlere mensup insanların bir arada yaşadığı çok kültürlü toplumlarda, Ramazan Bayramı'nın birlik ve hoşgörü mesajları geniş bir kitleye ulaşır. Bu bayram, farklılıkları kabul etme ve bir arada yaşama kültürünü güçlendirir.

 

Bayramı'nın toplumsal barış üzerindeki etkileri sadece Müslüman toplum larla sınırlı değildir; aynı zamanda farklı din ve kültürlere mensup insanlar arasında da olumlu bir etkiye sahiptir. Özellikle günümüzde, küreselleşme ve göç gibi faktörlerle birlikte farklı din ve kültürlere mensup insanların bir arada yaşadığı çok kültürlü toplumlar giderek yaygın laşmaktadır. Bu tür toplumlarda bayram, farklılıkları kabul etme, saygı duyma ve bir arada yaşama kültürünü güçlendiren bir araç haline gelmiştir.

 

Ramazan Ayı ve akabin deki Bayramın etkileri, özellikle iftar sofraları ve bayram ziyaretlerinde ortaya çıkar. İnsanlar, farklı din ve kültürlere mensup komşuları ve arkadaşlarıyla bir araya gelerek birlikte oruç açarlar ve bayramı kutlarlar. Bu sayede, farklılıkları bir zenginlik olarak görmeyi öğrenirler ve birbirlerinin kültürlerini daha iyi anlamaya başlarlar.

 

Ayrıca, Ramazan Bayramı' nın toplumsal barış üzerindeki etkileri, medya aracılığıyla geniş kitlelere ulaşır. Ramazan ayı boyunca televizyon programları, radyo yayınları ve diğer medya platformları, bayramın manevi ve toplumsal önemini vurgular. Bu da farklı kültür ve toplumlardan insanların bir araya gelerek birlik ve beraberlik içinde yaşama arzusunu güçlendirir.

 

Sonuç olarak, Ramazan Bayramı toplumsal barış üzerinde derin etkilere sahip olan önemli bir dini bayramdır. Müslümanlar arasında birlik ve dayanışma duygularını artırırken, farklı kültür ve toplumları bir araya getirerek hoşgörü ve birlik ruhunu güçlendirir. Bu nedenle, Ramazan Bayramı'nın toplumsal barışın sağlanması ve sürdürülmesinde önemli bir rolü olduğu söylenebilir.